Bir konuşma yapmam için gelen davetiyelerin sayısı son iki senede ciddi bir şekilde yükseldi… Maalesef hepsine katılmam mümkün olmadı ama kendime göre bir denge oluşturmaya başladım. Haftada bir defadan fazla bir yerde konuşma yapmıyorum. Buradaki en büyük hedefim kendi deneyimlerimi paylaşmak. Onun için konuşma için en sevdiğim ortam üniversiteler. Gelen sorular çok daha direk, çok daha sert, çok daha net. Olması gerektiği gibi geliyor bana.
Türkiye’de en çok panel daveti alıyorum. Panellerin son derece kötü bir format olduğuna karar verdim. Hele panelin yöneticisi yoksa, tam kargaşa ortamı oluyor. Panelin yöneticisi olsa da genelde panel yöneticisi hazırlanma gereğini görmüyor, iş yine konuşmacılara kalıyor. Panellerin diğer sorunları, özellikle çok değişik alanlardan konuşmacılar olunca, konuların birbirinden kopuk olması. Bir defa iki banka yöneticisi ile bir panelde, kendimi interneti savunurken, bulmuştum.
En kuvvetli konuşma formatı her zaman teke tek olan. Önce bir konu hakkında konuşup, sonrasında hızlıca katılımcılarla soru-cevap kısmına geçmek, bana en çok zevk veren format. Burada Anyalya’daki startupturkey etkinliğindeki konuşma Türkiye’de en sevdiğim ve zannedersem en iyi hazırlandığım konuşma.
Konuşmalarımın bir bölümü yurtdışında oluyor. Genelde Türkiye’den katılım az olduğu için oralarda olmaya özen gösteriyorum. Bu sene DLD, NOAH, Techcrunch, IDCEE ve TED konuşmacısı oldum veya olacağım. Bu büyük konferansların yanısıra 4-5 tane daha yurtdışı konuşması olacak gibi.
Her konuşmamdan sonra not almışımdır, gelen soruları kısaca not ederim. 12 aylık bir dönemin sonunda çıkan sonuç, sorulan soruların büyük bir bölümünün LİDERLİK (Leadership) hakkında gelmiş olması. Bu sonuç beni şaşırttı… Nedense önceden sorulsa ana konuların eTicaret veya Markafoni hakkında geldiğini söylerdim. Ama içinde bu kelimeler geçse bile, notlarımdan soruların aslında liderlik ile ilgili olduğunu gözlemledim. Algıda yanılgı böyle oluyor zannedersem.
Benim okuduğum bloglara bir göz attım ve en severek okuduklarımı başa alarak bir liste oluşturdum. Burada çıkan sonuç yine liderlik konularını işleyen blogların ilk on içinde yer alması (bunların içinde Türkiye’den tek bir tane liderlik hakkında yazan yok – acaba ben mi bulamadım?).
Hayatımdaki ilk liderlik dersimi uzun seneler önce KPMG Almanya’da başladığım zamanlarda aldım. İki tane müdürüm vardı. Birinin ismi Bernd, diğerinin ismi ise Ralf‘tı.
Bernd hayatımda gördüğüm en yetenekli insanlardan biriydi. Üniversiteyi yüksek notlarla bitirmiş, doktora yapmış, KPMG’de hızlı bir şekilde müdürlüğe yükselmişti. Çok bakımlı, ingilizceye ana dili almancaya hakim olduğu kadar hakim olan, piyano çalan, geniş bir genel kültürü olan biriydi. Onunla her sohbet zevkliydi. Pazar günü bir kez ekibi evine davet etmişti ve kahvaltı esnasında piyano çalmıştı. Onunla bir akşam yemeği fransız şarap kültürü hakkında ders almaktı (sahip olduğum şarap bilgisinin temellerini Bernd’e borçluyum). Haftada asgari dört kere spor yapardı ve zannedersem vucudünda bir gram yağı yoktu.
Ralf ise vasat yetenekli biriydi (kusura bakma dostum, birgün türkce öğrenip okursan, kızma). Uzun boylu ama kilolu, üniversiteyi orta derece bitirmiş, ingilizceyi orta derece konuşan, genel kültürü vasat olan biriydi. Ralf ile akşam yemekleri McDonald’sa arabayla uğrayıp, arabadan inmeden üç tane cheeseburger yemek demekti (bugüne kadar cheeseburger sevmem, nedeni budur). Spor yapmaz, deli gibi çalışır ve şarabı su bardağından içerdi.
Biz çömezler aramızda konuşurken Bernd’in büyük kariyer yapacağınıve Ralf’ın yakın zamanda aramızda olmayacağını konuşurduk.
Sonuç? Seneler sonra Ralf çok ön plana geçmişti. Ekibinin büyük saygısını kazanmıştı. Kariyeri gittikçe gelişiyordu. Saygı üst düzeydeydi. Bernd ise depresyon geçiriyordu. Lider olan Ralf, olamayan Bernd olmuştu.
Ne olmuştu peki?
Bernd her zaman zayıf olduğu alanlarda kendini geliştirmeye bakardı. Biri ona “senin fransızcan çok zayıf” desin, altı ayda fransızca öğrenirdi. Başkası “senden daha hızlı koşuyorum” dese, hergün daha hızlı koşmak için antremana katılırdı. Yine bir başkası “italyan şaraplarını bilmiyorsunuz galiba” desin, 3 ay sonra italyan şarabı uzmanı olurdu.
Ralf’ın ise bunlar hiç bir zaman umurunda olmadı. Biri ona “senin fransızcan çok zayıf” desin, ona yarı ingilizcesiyle laf yetiştirirdi. Diğerine istersen daha hızlı koş ama ben senin olduğun yere yine de ulaşacağım derdi. İtalyan şarapları umurunda olmazdı. Sadece o an içtiği şarabı seviyor mu diye bakardı. Ralf her zaman kuvvetli olduğu tarafa oynardı.
İkisi arasındaki en büyük fark, Bernd kendisinin zayıf taraflarını güçlendirmeye çalışırdı. Ralf ise zayıf taraflarını umursamazdı ve her zaman kuvvetli olduğu şeyleri yapardı. Onun için Ralf her zaman çok otantik biri olmuştu, her zaman insanları çeken, gerektiğinde ilham veren biri konumundaydı. Bernd ise hiç bir zaman otantik olamadı. Herkesin fransız şarabı konusunda örnek aldığı Bernd, iyi bir italyan şarabı uzmanı olamıyordu işte.
Onun için Ralf bir lider oldu, Bernd ise herkesin sevdiği ama lider olarak kabul etmediği biri olarak kaldı.
Benim için hayatımın ilk liderlik dersi olmuştur. Ve ucuz bir deneyim oldu. Sadece izleyerek. Ama o zamandan beri hiçbir zaman zayıf olduğum noktaları kuvvetlendirmeye çalışmam. Her zaman kuvvetli olduğum alanları daha da kuvvetlendirmeye çalışırım. Zayıf taraflarım – ki çok var – benim için çok önemli değil. Bir de her zaman olduğum gibiyimdir. Otantik olmaya çalışırım. En yakınlarımla nasıl konuşursam, yeni tanıdığım biriyle de öyle konuşurum.
Ralf ve Bernd sağolsunlar, onlardan öğrendim. Ondan sonraki liderlik dersleri hiç bir zaman bu kadar ucuz olmadı.
Bundan sonra sizleri arada bir liderlik konularıyla da rahatsız edeceğim.
***
“The most dangerous leadership myth is that leaders are born-that there is a genetic factor to leadership. That’s nonsense; in fact, the opposite is true. Leaders are made rather than born. —Warren Bennis”
252 Responses